Sepetim (0) Toplam: 0,00TL
Sultanın Zindanında

Sultanın ZindanındaOsmanlı İmparatorluğu'na Gönderilen Bir Elçilik Heyetinin İbret Verici Öyküsü (1591-1596)

İndirimli Fiyat : 86,40TL
k-67
362213
Sultanın Zindanında
Sultanın Zindanında Osmanlı İmparatorluğu'na Gönderilen Bir Elçilik Heyetinin İbret Verici Öyküsü (1591-1596)
86.40
Friedrich Seidel
Çeviri : Türkis Noyan
130 sayfa
95.-TL
1.Baskı:Kasım 2010
2.Baskı: Şubat 2017
120.₺
Sahaftan Seçmeler Dizisi
ISBN : 978-605-105-059-1

Friedrich Seidel, Kutsal Roma-Germen İmparatoru II. Rudolf'un 1591'de Osmanlı İmparatorluğu'na gönderdiği elçi Friedrich von Kreckwitz'in maiyetinde eczacı olarak bulunuyordu. Şanssız bir elçilik heyetiydi bu. III. Murad 1593'te Avusturya'ya savaş açınca elçi dahil heyetin tüm üyeleri zindana atıldı. Birçok seyahatname bize Osmanlı saray âdetlerini, İstanbul'daki günlük yaşamı anlatırken bu eser bize Kasımpaşa'daki tersane zindanının adetlerini ve günlük yaşamını anlatır çoğunlukla. Tutuklular gündüz çalışmaya gönderilirler, geceleri ise hücrelerine dönerler. Zindanı şöyle tasvir ediyor Seidel: "? Türklerin kölelerini kapattıkları hapishane hakkında şu bilgileri verebilirim: Galata veya Pera denen semtin bitiminde ve denizin tıpkı bir kese gibi karanın içine sokulduğu yerde Türk hükümdarının gemi tersanesi bulunmaktadır. Hemen yanında da şehir surlarına benzeyen ve üstünde nöbetçi kulübeleri bulunan yüksek duvarlarla çevrili geniş bir meydan vardır. Bu meydanın büyük kapısında gece gündüz Türk nöbetçilerle birlikte sakatlanmış ya da özürlü köleler nöbet tutarlar. Avluya girince sağ tarafta yüksek ve kalın duvarlı ve tıpkı büyük koyun ağıllarında olduğu gibi üstü sadece çatı ile örtülü bir bina bulunur. Bu bina üç hapishaneye bölünmüştür ve her birinin dışarıya açılan kendi kapısı vardır. Hapishanenin birinci bölümüne ? belli bir işte uzmanlaşmış zanaatkârlar ve ustalar, örneğin demirciler, urgancılar, duvarcılar, gemiciler ve benzerleri kalırlar. Diğer bölümde ise 500-600 kadar niteliksiz tutsak barındırılmaktadır. İşte Macaristan elçiliğinin biz gariban hizmetlileri altı aydan uzun bir süre boyunca hep ikişer ikişer birbirimize zincirlenmiş olarak burada kaldık." 1711'de Almanya'da yayınlanışından 300 yıl sonra Türkçeye kazandırılan bu eserde Osmanlı İmparatorluğu'nun az bilinen yönleri anlatılıyor.

 

***

Yusuf Ziya Cömert

Karar Gazetesi

18 Şubat 2024

 

İyi ve kötü ‘ecdat’

Tarihi ayıklamayı severiz. Adalet, mertlik, merhamet, cömertlik, yiğitlik, her türlü iyilik bu tarafa, zulüm, ihanet, namertlik, her türlü kötülük çöpe.

‘Ecdat’ iyidir. Eh, biz de o ‘ecdat’ın torunlarıyız, biz de iyiyiz.

Ecdat’ın iyi olması tek başına bizi iyi yapmaya yetermiş gibi!

Doğrusu, atalarımız arasında iyilerin de kötülerin de var olduğudur.

İyilere benzemeye çalışmak, kötülerin kötülüklerini işlemekten kaçınmak, geçmişe ibretle bakmak elbette faydalıdır.

Ama bütün zamanlar kendi iyisini ve kendi kötüsünü yetiştiriyor. Şimdiki zaman da…

Bir süredir iki esirin hatıralarını okuyorum.

İkisi de Kitap Yayınevi tarafından basılmış.

Biri 3. Murat döneminde Roma Germen İmparatoru 2. Rudolf’un elçisi olarak İstanbul’a gelen Friedrich Von Kreckwitz’in heyetinde eczacı olarak görev yapan Friedrich Seidel’in hatıraları. “Sultan’ın Zindanında” adıyla yayımlanmış. 1585-88 arasında 3 yıllık bir dönemi kapsıyor.

Diğeri, Malta şövalyelerinden birinin maiyetindeyken Akdeniz’de Osmanlı donanmasıyla bir çatışma sırasında esir düşen Brettenli Michael Heberer’e ait. “Osmanlıda Bir Köle.” 1591-96 yılları arasında geçiyor.

Seidel’in ‘kötü adam’ı sadrazam Koca Sinan Paşa.

Baktım, gerçekten ‘kötü adam’ mı diye. Başarılı bir vezir. Döneminin kuvvetli paşaları Lala Mustafa Paşa ve Ferhat Paşa ile giriştiği rekabet sebebiyle siyasi ayak oyunları konusunda bir tecrübe kazanmış.

Yemen’de isyanları bastırmış, Tunus’un İspanyollardan geri alınmasında büyük rolü var.

Beş defa azledilmiş her defasında yeniden atanmanın yolunu bulmuş. Azledildiği zaman hep Malkara’ya gönderilmiş.

Terekesi çok kalabalık.

Liste 600 bin düka altını, 2 milyon 900 bin nakit akçe, 29 yük kıymetli taş diye başlıyor. 600 adet samur kürk, 600 adet vaşak kürk, 34 adet altın üzengi diye devam ediyor.

Günümüzdeki vezirlerin malvarlığıyla kıyaslanabilir mi bilmiyorum.

Mamafih, ölümünden sonra servetine el konulmuş.

(Osmanlı’daki önce devşirme paşaları sonra bütün yüksek bürokrasiyi kapsayan bu müsadere uygulamasının mantıklı tarafları var.)

Sinan Paşa, Alman elçi Kreckwitz İstanbul’dayken sadaret görevine iade ediliyor. Elçi de Sinan Paşa’yı kutlamak için makamına gidiyor.

Tercümanına “Paşaya söyleyiniz ki ben onun yönetime gelmiş olmasına çok sevindim ve saygıdeğer efendimiz Majesteleri Roma İmparatoru da bu habere memnun olacaklardır. Bu vesileyle paşa hazretlerine sağlıklı bir ömür ve yönetimini uzun yıllar başarıyla sürdürmesini dilerim” diyor.

Sinan Paşa öfkeleniyor ve elçiyi “Benim yönetime gelmiş olmamdan Beç Padişahı ve Viyana Kayseri nasıl memnun olabilir?” diyerek azarlıyor.

Sonra?

Sonra esir ediliyorlar.

Zindana tıkılıyorlar.

Taş taşıyan gemilerde forsa olarak kullanılıyorlar.

Seidel, gördükleri kötü muameleleri de iyi muameleleri de anlatıyor.

Mesela, henüz esir edilmemişken yanlarına gelen Zaradetzky adlı bir yolcunun ülkesine dönerken yaptığı halı alışverişinden sonra muhatap oldukları erdemli bir davranışı not ediyor.

“Bay Zaradetzky halılarını satın alıp dükkandan ayrıldıktan bir süre sonra dükkan sahibi müşterisinin dukalarla dolu para kesesini orada unutmuş olduğunu fark etmiş. Adam telaş içinde hemen dükkanını kapatıp yollara düşmüş ve her rastladığına yanında halı taşıyan biri ile yan yana yürüyen bir hacı görüp görmediğini sormuş. Çünkü halılarını tercümanına taşıtmakta olan Bay Zaradetzky tıpkı Araplar gibi hacı giysisiyle ortalıkta dolaşıyordu. Türk halı tüccarı nihayet aradığı iki kişinin “Alman Eve”ne girdiklerini öğrenince hemen bizim konutumuza gelip Bay Zaradetzky ile konuşmak istediğini söyledi. Zaradetzky aranmasının nedenini bilmediğinden önce büyük bir telaşa kapıldı ama Türk halı tüccarını karşısında görünce o da kendisine “Efendi, sen benim dükkanımdan halı satın aldın ve para keseni bırakıp gittin.

Ben de sana onu getirdim” deyince Bay Zaradetzky hemen elini para kesesine attı ve halı tüccarının doğru söylediğini anladı. Bunun üzerine halı tüccarına bir düka armağan etmek istediyse de o bunu kesinlikle kabul edemeyeceğini söyledi. Sadece ileride kendisinden daha çok halı satın alınmasını sağlamasını rica etti. Dükkanında unutulmuş parayı hatta o paranın bir kısmını bile almanın vicdanı ile bağdaşmayacağını açıkladı. Buna benzer dürüst davranışlara ben de Türklerde sık sık rastladım ve bunlardan sırası geldikçe söz edeceğim.”

Bugün turist kazıklamayı bir sanat haline getirmiş olan uyanıklar bu halı tüccarının ahfadı mıdır acaba?

Ya da o esnaf, bu uyanıkların ecdadı mıdır?

Kim bilir?

‘İyi ve kötü ecdat’ devam edecek.

https://www.karar.com/yazarlar/yusuf-ziya-comert/iyi-ve-kotu-ecdat-1599022

 ***

Yusuf Ziya Cömert

Karar Gazetesi

3 Mart 2024

 

Kimse boşuna övünmesin - Yusuf Ziya Cömert (karar.com)

Kimse boşuna övünmesin

Friedrich Siedel’in Sultan’ın Zindanında adıyla yayımlanan hatıralarından bahsetmiştim. (Kitap Yayınevi.) Yazarın, kitabın son sayfalarındaki yorumlarını yerimin darlığından aktaramamıştım.

Bugün, dikkate değer bulduğum o yorumlara değinmek istiyorum.

Yazarımız Friedrich Siedel dindar bir Hristiyan. Yeri geldikçe ‘Tanrı’ya şükrediyor.

Hatıralarına “Kurtarıcımız İsa Peygamber’in doğumunun 1591. yılında” Osmanlı İmparatorluğu’na elçi olarak gönderildiklerini belirterek başlıyor. “Yolculuğumuz o yılın S. Michaelis günü ‘Tanrı’nın izniyle’ Viyana’da gemilere binmemizle başladı” diyor. (Michaesis günü: Mikail Aleyhisselam’ın anıldığı gün, 29 Eylül.) Tanrı’nın lütfuyla, Tanrı’nın yardımıyla gibi tabirleri kullanmayı ihmal etmiyor.

Kitabını “Ben gerek şu anda gerekse her an, her şeye kadir olan Tanrı’ya şükrediyorum. O, kullarını zor durumlara sokar, türlü korkular yaşatır, fakat kendisine bağlı olanları bu durumlardan yine kurtarıp esenliğe kavuşturur. Tıpkı bizlere nasip ettiği gibi… Tanrı’ya sonsuz övgüler ve teşekkürler olsun! Âmin” diye bitiriyor.

Orta çağ ve Yeni Çağ tabir edilen devirlerde yazılmış hatıratlarda, seyahatnamelerde bu tür dini vurgulara çok rastlıyoruz.

Yazarı ister Müslüman ister Hristiyan olsun.

Sonra, 18. Yüzyıldan itibaren bu dini vurgular, hamdler, şükürler azalıyor, hatta kayboluyor.

Neden?

Bilimle kilisenin mücadelesinde bilimin yavaş yavaş kiliseyi geri itmesiyle, kralların otoritesinin ruhbanlara galip gelmesiyle ilgili olabilir.

Siedel’in hatıralarını yazdığı devir de Avrupa’nın Hristiyanlıkla bağlarının gevşemeye başladığı bir devir.

Siedel, bu gevşemenin tezahürleriyle karşılaştığı zaman eleştirmekten geri durmuyor.

Hatta bazen Müslümanlara imreniyor.

Siedel’in Hristiyanları eleştirirken Türklerden övgüyle söz ettiği şu paragraf dikkat çekici:

“… Gelen bir habere göre Hristiyanlar Hatvan’ı ele geçirmişler. Wahlonların (Ulahlar?) Türk kadınlarını ve çocuklarını insanlık dışı bir acımasızlıkla hatta canavarlıktan da beter şeytanca bir zulümle nasıl hırpaladıklarını buna tanık olanlar daha ayrıntılı anlatabilirler.

(Burada şöyle bir parantez açabiliriz. Dindar bir Hristiyana Hristiyanların yaptığı mezalimi anlattıran herhalde vicdanıdır. O vicdanın, bugün de Avrupa’da, Amerika’da İsrail’in Filistin’de işlediği zulümlere karşı sokaklara döküldüğünü görüyoruz. Peki zulme destek olan Avrupalılar, Amerikalılar? Onları da görüyoruz.)

“Ama bence daha acı olan biz Hristiyanlarda Tanrı sevgisinin ve korkusunun azlığı, buna karşın korkunç, sözle anlatılamayacak kadar kötü huyların hızla gelişmekte oluşudur. Oysa aradan bunca zaman geçmesine karşın bu konuda Türkleri övmeden geçemeyeceğim. Onlar gerek seferleri sırasında gerekse karargah kurdukları yerlerde dinlerini hiç ihmal etmezler, Tanrı korkusu onlarda her an egemendir, bizlerden daha onurlu, ölçülü, iffetli, temiz, sessiz ve iyi bir yaşam sürerler. Büyük bir güç sahibi olan Sultan Mehmed 1596 yılında Macaristan seferine çıktığında Türklerle birlikte yolculuk yaptığım ve aralarında aşağı yukarı beş ay geçirdiğim için bizzat gördüklerime ve edindiğim deneyimlere göre şunu diyebilirim ki Türklerde büyük bir itaat ve düzen egemendi. Keşke benim yerimde bizim önemli bir savaş kahramanımız bulunsaydı da Türklerin bu yaşam biçimine tanık olsaydı!”

Yazarımız, esir arkadaşlarıyla birlikte ordugahtan ayrılıyor. Tuna üzerinden Estergon’a gidiyorlar.

“Yolda giderken her iki kıyıda çalıların arasında ve hendeklerde hasta ve ölüme terk edilmiş olan kimsenin ilgi göstermediği on veya on iki kadar askerin ve kadının yatmakta olduğunu gördük. Onları gemimize taşıdık, fakat birçoğu ellerimizin altında can verince ölüleri Tuna nehrine attık. Biraz daha ilerlediğimizde Tuna nehri üzerinde çok miktarda küflenmiş ekmeğin yüzdüğünü gördük ve Hristiyanlarla Türklerin davranış biçimleri arasında ne kadar büyük bir fark oldğunu kavradık. Türklerin arasındayken her şey daha sessiz ve düzenliydi, Tanrı korkusunun etkisi onların tüm davranışlarında kendini belli ediyordu. Oysa Hristiyanlarda özellikle askerlerin arasında sadece yemek pişirmek, et kızartmak, hayvanlar gibi yemek, içmek, kumar oynamak, dans etmek, çalgı çalmak, küfretmek, lanet okumak, Tanrı’yı aşağılamak, kavga etmek, karı peşinde koşmak, sevişmek, vurmak, kırmak, öldürmekten başka bir şey görmek mümkün değildir, kısaca onlarda Epikür’ün dünya görüşüne uygun olan bir yaşam tarzı egemendir. İşte buna insanın içi burkuluyor.”

(Epikür malum. Şimdiki hedonizmin öncülü olan hazcı ahlak felsefesini geliştiren eski Yunan filozofu.)

Siedel’in anlattıklarına bakıp “Eskiden ne kadar iyiymiş, şimdi her şey, her taraf bozuldu” diyemeyeceğim.

Anlattıkları doğrudur.

Esirlere işkence yapıldığını, ya da yeni sultanın kardeşlerini öldürttüğünü anlattığı satırlar da doğruydu.

Kimse boşuna övünmesin, asalet taslamasın; iyilik ve kötülük bütün toplumlarda her zaman vardı ve olmaya devam edecek.

  • Açıklama
    • Friedrich Seidel
      Çeviri : Türkis Noyan
      130 sayfa
      95.-TL
      1.Baskı:Kasım 2010
      2.Baskı: Şubat 2017
      120.₺
      Sahaftan Seçmeler Dizisi
      ISBN : 978-605-105-059-1

      Friedrich Seidel, Kutsal Roma-Germen İmparatoru II. Rudolf'un 1591'de Osmanlı İmparatorluğu'na gönderdiği elçi Friedrich von Kreckwitz'in maiyetinde eczacı olarak bulunuyordu. Şanssız bir elçilik heyetiydi bu. III. Murad 1593'te Avusturya'ya savaş açınca elçi dahil heyetin tüm üyeleri zindana atıldı. Birçok seyahatname bize Osmanlı saray âdetlerini, İstanbul'daki günlük yaşamı anlatırken bu eser bize Kasımpaşa'daki tersane zindanının adetlerini ve günlük yaşamını anlatır çoğunlukla. Tutuklular gündüz çalışmaya gönderilirler, geceleri ise hücrelerine dönerler. Zindanı şöyle tasvir ediyor Seidel: "? Türklerin kölelerini kapattıkları hapishane hakkında şu bilgileri verebilirim: Galata veya Pera denen semtin bitiminde ve denizin tıpkı bir kese gibi karanın içine sokulduğu yerde Türk hükümdarının gemi tersanesi bulunmaktadır. Hemen yanında da şehir surlarına benzeyen ve üstünde nöbetçi kulübeleri bulunan yüksek duvarlarla çevrili geniş bir meydan vardır. Bu meydanın büyük kapısında gece gündüz Türk nöbetçilerle birlikte sakatlanmış ya da özürlü köleler nöbet tutarlar. Avluya girince sağ tarafta yüksek ve kalın duvarlı ve tıpkı büyük koyun ağıllarında olduğu gibi üstü sadece çatı ile örtülü bir bina bulunur. Bu bina üç hapishaneye bölünmüştür ve her birinin dışarıya açılan kendi kapısı vardır. Hapishanenin birinci bölümüne ? belli bir işte uzmanlaşmış zanaatkârlar ve ustalar, örneğin demirciler, urgancılar, duvarcılar, gemiciler ve benzerleri kalırlar. Diğer bölümde ise 500-600 kadar niteliksiz tutsak barındırılmaktadır. İşte Macaristan elçiliğinin biz gariban hizmetlileri altı aydan uzun bir süre boyunca hep ikişer ikişer birbirimize zincirlenmiş olarak burada kaldık." 1711'de Almanya'da yayınlanışından 300 yıl sonra Türkçeye kazandırılan bu eserde Osmanlı İmparatorluğu'nun az bilinen yönleri anlatılıyor.

       

      ***

      Yusuf Ziya Cömert

      Karar Gazetesi

      18 Şubat 2024

       

      İyi ve kötü ‘ecdat’

      Tarihi ayıklamayı severiz. Adalet, mertlik, merhamet, cömertlik, yiğitlik, her türlü iyilik bu tarafa, zulüm, ihanet, namertlik, her türlü kötülük çöpe.

      ‘Ecdat’ iyidir. Eh, biz de o ‘ecdat’ın torunlarıyız, biz de iyiyiz.

      Ecdat’ın iyi olması tek başına bizi iyi yapmaya yetermiş gibi!

      Doğrusu, atalarımız arasında iyilerin de kötülerin de var olduğudur.

      İyilere benzemeye çalışmak, kötülerin kötülüklerini işlemekten kaçınmak, geçmişe ibretle bakmak elbette faydalıdır.

      Ama bütün zamanlar kendi iyisini ve kendi kötüsünü yetiştiriyor. Şimdiki zaman da…

      Bir süredir iki esirin hatıralarını okuyorum.

      İkisi de Kitap Yayınevi tarafından basılmış.

      Biri 3. Murat döneminde Roma Germen İmparatoru 2. Rudolf’un elçisi olarak İstanbul’a gelen Friedrich Von Kreckwitz’in heyetinde eczacı olarak görev yapan Friedrich Seidel’in hatıraları. “Sultan’ın Zindanında” adıyla yayımlanmış. 1585-88 arasında 3 yıllık bir dönemi kapsıyor.

      Diğeri, Malta şövalyelerinden birinin maiyetindeyken Akdeniz’de Osmanlı donanmasıyla bir çatışma sırasında esir düşen Brettenli Michael Heberer’e ait. “Osmanlıda Bir Köle.” 1591-96 yılları arasında geçiyor.

      Seidel’in ‘kötü adam’ı sadrazam Koca Sinan Paşa.

      Baktım, gerçekten ‘kötü adam’ mı diye. Başarılı bir vezir. Döneminin kuvvetli paşaları Lala Mustafa Paşa ve Ferhat Paşa ile giriştiği rekabet sebebiyle siyasi ayak oyunları konusunda bir tecrübe kazanmış.

      Yemen’de isyanları bastırmış, Tunus’un İspanyollardan geri alınmasında büyük rolü var.

      Beş defa azledilmiş her defasında yeniden atanmanın yolunu bulmuş. Azledildiği zaman hep Malkara’ya gönderilmiş.

      Terekesi çok kalabalık.

      Liste 600 bin düka altını, 2 milyon 900 bin nakit akçe, 29 yük kıymetli taş diye başlıyor. 600 adet samur kürk, 600 adet vaşak kürk, 34 adet altın üzengi diye devam ediyor.

      Günümüzdeki vezirlerin malvarlığıyla kıyaslanabilir mi bilmiyorum.

      Mamafih, ölümünden sonra servetine el konulmuş.

      (Osmanlı’daki önce devşirme paşaları sonra bütün yüksek bürokrasiyi kapsayan bu müsadere uygulamasının mantıklı tarafları var.)

      Sinan Paşa, Alman elçi Kreckwitz İstanbul’dayken sadaret görevine iade ediliyor. Elçi de Sinan Paşa’yı kutlamak için makamına gidiyor.

      Tercümanına “Paşaya söyleyiniz ki ben onun yönetime gelmiş olmasına çok sevindim ve saygıdeğer efendimiz Majesteleri Roma İmparatoru da bu habere memnun olacaklardır. Bu vesileyle paşa hazretlerine sağlıklı bir ömür ve yönetimini uzun yıllar başarıyla sürdürmesini dilerim” diyor.

      Sinan Paşa öfkeleniyor ve elçiyi “Benim yönetime gelmiş olmamdan Beç Padişahı ve Viyana Kayseri nasıl memnun olabilir?” diyerek azarlıyor.

      Sonra?

      Sonra esir ediliyorlar.

      Zindana tıkılıyorlar.

      Taş taşıyan gemilerde forsa olarak kullanılıyorlar.

      Seidel, gördükleri kötü muameleleri de iyi muameleleri de anlatıyor.

      Mesela, henüz esir edilmemişken yanlarına gelen Zaradetzky adlı bir yolcunun ülkesine dönerken yaptığı halı alışverişinden sonra muhatap oldukları erdemli bir davranışı not ediyor.

      “Bay Zaradetzky halılarını satın alıp dükkandan ayrıldıktan bir süre sonra dükkan sahibi müşterisinin dukalarla dolu para kesesini orada unutmuş olduğunu fark etmiş. Adam telaş içinde hemen dükkanını kapatıp yollara düşmüş ve her rastladığına yanında halı taşıyan biri ile yan yana yürüyen bir hacı görüp görmediğini sormuş. Çünkü halılarını tercümanına taşıtmakta olan Bay Zaradetzky tıpkı Araplar gibi hacı giysisiyle ortalıkta dolaşıyordu. Türk halı tüccarı nihayet aradığı iki kişinin “Alman Eve”ne girdiklerini öğrenince hemen bizim konutumuza gelip Bay Zaradetzky ile konuşmak istediğini söyledi. Zaradetzky aranmasının nedenini bilmediğinden önce büyük bir telaşa kapıldı ama Türk halı tüccarını karşısında görünce o da kendisine “Efendi, sen benim dükkanımdan halı satın aldın ve para keseni bırakıp gittin.

      Ben de sana onu getirdim” deyince Bay Zaradetzky hemen elini para kesesine attı ve halı tüccarının doğru söylediğini anladı. Bunun üzerine halı tüccarına bir düka armağan etmek istediyse de o bunu kesinlikle kabul edemeyeceğini söyledi. Sadece ileride kendisinden daha çok halı satın alınmasını sağlamasını rica etti. Dükkanında unutulmuş parayı hatta o paranın bir kısmını bile almanın vicdanı ile bağdaşmayacağını açıkladı. Buna benzer dürüst davranışlara ben de Türklerde sık sık rastladım ve bunlardan sırası geldikçe söz edeceğim.”

      Bugün turist kazıklamayı bir sanat haline getirmiş olan uyanıklar bu halı tüccarının ahfadı mıdır acaba?

      Ya da o esnaf, bu uyanıkların ecdadı mıdır?

      Kim bilir?

      ‘İyi ve kötü ecdat’ devam edecek.

      https://www.karar.com/yazarlar/yusuf-ziya-comert/iyi-ve-kotu-ecdat-1599022

       ***

      Yusuf Ziya Cömert

      Karar Gazetesi

      3 Mart 2024

       

      Kimse boşuna övünmesin - Yusuf Ziya Cömert (karar.com)

      Kimse boşuna övünmesin

      Friedrich Siedel’in Sultan’ın Zindanında adıyla yayımlanan hatıralarından bahsetmiştim. (Kitap Yayınevi.) Yazarın, kitabın son sayfalarındaki yorumlarını yerimin darlığından aktaramamıştım.

      Bugün, dikkate değer bulduğum o yorumlara değinmek istiyorum.

      Yazarımız Friedrich Siedel dindar bir Hristiyan. Yeri geldikçe ‘Tanrı’ya şükrediyor.

      Hatıralarına “Kurtarıcımız İsa Peygamber’in doğumunun 1591. yılında” Osmanlı İmparatorluğu’na elçi olarak gönderildiklerini belirterek başlıyor. “Yolculuğumuz o yılın S. Michaelis günü ‘Tanrı’nın izniyle’ Viyana’da gemilere binmemizle başladı” diyor. (Michaesis günü: Mikail Aleyhisselam’ın anıldığı gün, 29 Eylül.) Tanrı’nın lütfuyla, Tanrı’nın yardımıyla gibi tabirleri kullanmayı ihmal etmiyor.

      Kitabını “Ben gerek şu anda gerekse her an, her şeye kadir olan Tanrı’ya şükrediyorum. O, kullarını zor durumlara sokar, türlü korkular yaşatır, fakat kendisine bağlı olanları bu durumlardan yine kurtarıp esenliğe kavuşturur. Tıpkı bizlere nasip ettiği gibi… Tanrı’ya sonsuz övgüler ve teşekkürler olsun! Âmin” diye bitiriyor.

      Orta çağ ve Yeni Çağ tabir edilen devirlerde yazılmış hatıratlarda, seyahatnamelerde bu tür dini vurgulara çok rastlıyoruz.

      Yazarı ister Müslüman ister Hristiyan olsun.

      Sonra, 18. Yüzyıldan itibaren bu dini vurgular, hamdler, şükürler azalıyor, hatta kayboluyor.

      Neden?

      Bilimle kilisenin mücadelesinde bilimin yavaş yavaş kiliseyi geri itmesiyle, kralların otoritesinin ruhbanlara galip gelmesiyle ilgili olabilir.

      Siedel’in hatıralarını yazdığı devir de Avrupa’nın Hristiyanlıkla bağlarının gevşemeye başladığı bir devir.

      Siedel, bu gevşemenin tezahürleriyle karşılaştığı zaman eleştirmekten geri durmuyor.

      Hatta bazen Müslümanlara imreniyor.

      Siedel’in Hristiyanları eleştirirken Türklerden övgüyle söz ettiği şu paragraf dikkat çekici:

      “… Gelen bir habere göre Hristiyanlar Hatvan’ı ele geçirmişler. Wahlonların (Ulahlar?) Türk kadınlarını ve çocuklarını insanlık dışı bir acımasızlıkla hatta canavarlıktan da beter şeytanca bir zulümle nasıl hırpaladıklarını buna tanık olanlar daha ayrıntılı anlatabilirler.

      (Burada şöyle bir parantez açabiliriz. Dindar bir Hristiyana Hristiyanların yaptığı mezalimi anlattıran herhalde vicdanıdır. O vicdanın, bugün de Avrupa’da, Amerika’da İsrail’in Filistin’de işlediği zulümlere karşı sokaklara döküldüğünü görüyoruz. Peki zulme destek olan Avrupalılar, Amerikalılar? Onları da görüyoruz.)

      “Ama bence daha acı olan biz Hristiyanlarda Tanrı sevgisinin ve korkusunun azlığı, buna karşın korkunç, sözle anlatılamayacak kadar kötü huyların hızla gelişmekte oluşudur. Oysa aradan bunca zaman geçmesine karşın bu konuda Türkleri övmeden geçemeyeceğim. Onlar gerek seferleri sırasında gerekse karargah kurdukları yerlerde dinlerini hiç ihmal etmezler, Tanrı korkusu onlarda her an egemendir, bizlerden daha onurlu, ölçülü, iffetli, temiz, sessiz ve iyi bir yaşam sürerler. Büyük bir güç sahibi olan Sultan Mehmed 1596 yılında Macaristan seferine çıktığında Türklerle birlikte yolculuk yaptığım ve aralarında aşağı yukarı beş ay geçirdiğim için bizzat gördüklerime ve edindiğim deneyimlere göre şunu diyebilirim ki Türklerde büyük bir itaat ve düzen egemendi. Keşke benim yerimde bizim önemli bir savaş kahramanımız bulunsaydı da Türklerin bu yaşam biçimine tanık olsaydı!”

      Yazarımız, esir arkadaşlarıyla birlikte ordugahtan ayrılıyor. Tuna üzerinden Estergon’a gidiyorlar.

      “Yolda giderken her iki kıyıda çalıların arasında ve hendeklerde hasta ve ölüme terk edilmiş olan kimsenin ilgi göstermediği on veya on iki kadar askerin ve kadının yatmakta olduğunu gördük. Onları gemimize taşıdık, fakat birçoğu ellerimizin altında can verince ölüleri Tuna nehrine attık. Biraz daha ilerlediğimizde Tuna nehri üzerinde çok miktarda küflenmiş ekmeğin yüzdüğünü gördük ve Hristiyanlarla Türklerin davranış biçimleri arasında ne kadar büyük bir fark oldğunu kavradık. Türklerin arasındayken her şey daha sessiz ve düzenliydi, Tanrı korkusunun etkisi onların tüm davranışlarında kendini belli ediyordu. Oysa Hristiyanlarda özellikle askerlerin arasında sadece yemek pişirmek, et kızartmak, hayvanlar gibi yemek, içmek, kumar oynamak, dans etmek, çalgı çalmak, küfretmek, lanet okumak, Tanrı’yı aşağılamak, kavga etmek, karı peşinde koşmak, sevişmek, vurmak, kırmak, öldürmekten başka bir şey görmek mümkün değildir, kısaca onlarda Epikür’ün dünya görüşüne uygun olan bir yaşam tarzı egemendir. İşte buna insanın içi burkuluyor.”

      (Epikür malum. Şimdiki hedonizmin öncülü olan hazcı ahlak felsefesini geliştiren eski Yunan filozofu.)

      Siedel’in anlattıklarına bakıp “Eskiden ne kadar iyiymiş, şimdi her şey, her taraf bozuldu” diyemeyeceğim.

      Anlattıkları doğrudur.

      Esirlere işkence yapıldığını, ya da yeni sultanın kardeşlerini öldürttüğünü anlattığı satırlar da doğruydu.

      Kimse boşuna övünmesin, asalet taslamasın; iyilik ve kötülük bütün toplumlarda her zaman vardı ve olmaya devam edecek.

      Stok Kodu
      :
      k-67
Kapat